2 Aralık 2012

cumulus militari

2 Ekim

Nihayet biraz yağmur.

Ama çok az. Gerçekten çok az—belki ancak 10 dakika.

Yetmez bu 10 dakikalık yağmur, ama Ankara'nın havası böyle sanırım: tereddüt ve isteksiz mecalsiz denemelerle dolu, dalgalı bir hava. İşte belki tam iki haftayı doldurdu, hemen her gün, genelde de akşama doğru

Yağacağım!

gibilerinden bir çalım, bir afra tafra, kimbilir ta nerelerden getirtilen koyu koyu bulutlar... ama her seferinde sonuç: belki ancak 10 dakika.

Ve hep aynı, yine, bu 10 dakikalık yağmur gecelerinin sabahları—iki gram bedensel iş yapsa kendini uzatılmış siestalar ve lüzumundan fazla özenilmiş yemekli sofralar ile ödüllendiren taze şehir göçmeni acemi köylü gibi, Ankara da hemen en güzel mavisini, en pamuk bulutlarını takıp takıştırıyor ertesi günü. Yapsın bir şey demedik, işime bile gelir, ama Allah aşkına, iki hafta onca bizi yorduktan sonra, 10 dakika nedir?

Neyse.

Tiyatro öğretmeni arkadaşa, adı Sefa, bu bulutları gösterdim bir defasında ve, bak, dedim, bulutlar sürülmüş bir tarla gibi, yol yol, sanki peşisıra dizilmiş beyaz midye kabukları gibi—sanki Tanrı uzanmış da, kumda oynayan ve bu kumun parmakları arasında yarattığı karıncalanmaya dikkat kesilen biri gibi, uzanmış da, böyle biri gibi bulutların arasından şöyle hafifçe geçirivermiş gibi, dedim, parmaklarını.

Faruk abi sanatçı ruhlu adamsın valla, dedi Sefa.
Bi siktirgit Sefa, dedim ben de.
Serkan geçiyordu tam o ara: "Nabıyonuz lan?", dedi bize.

Dedim ki:
"Bulutlara bakıyoruz, Tanrı'nın varlığını ispat ettik demin bunlara bakıp; en azından, parmaklarının varlığını!"

Sefa dedi ki, Farukabi, bak işte valla sanat!
Sefa, dedim, canına yandığım, bi siktirgit.

23 Eylül 2012

eriyik

Rütbesiz askere memetçik deniyorsa eğer büyümüş de rütbelenmişine Memet mi denir yalnızca sence diye sordum ve ciddiye aldı arkadaşım bunu, deli günündeydi zaten ve bir tanesinin üstünde deneyelim bari hadi diyerek yoldan geçen komutana seslendi: Memet!
Bakmadı komutan bize ne var ki.

Salakça bir espri, bin kere de yapılmıştır, evet ama gülebilirdik yine de biz buna, ne olacak, ama gülmedik, çünkü halimiz yoktu hiç inan, ayakta dikilmiştik bir köşede sinmiştik yoktu iznimiz oturmaya ki ona bakarsan hatta başka bir noktada olmaya da ve yorgunluktan gülmedik işte kısacası. Yalnızdık. Boylarımız aynı, en desen aynı ve üzerimize oturmayan çuvalımsı üniformamız da öyle. İsmin ne kardeş? Seninkiyle aynı. Göbek adımız da hatta ve soyadımız. Tamamen aynı—aynı bokun siyahı.

Köşeden uzaklaştım üç adım ve o da diğer tarafa üç adım ve bir balkonun gölgesi yuttu bu yüzden şimdi onu, yalnız ayaklarımızdan birbirine uzanan bir bağ kaldı geriye uzun, dikilirken ben gayrimeşru, emredilen köşenin üç adım berisinde, ayaklarım erimiş bir balkona doğru.

yedi

9 Eylül

Kalkalı beri yalnız altı saat yalnız.

Mustafa! Atarlı uyandın, anlıyoruz.
Herifçioğlu nöbetçi, seni kafana vura vura uyandırdı—bunu da anlıyoruz.
Ama benim zar zor bir araya süpürdüğüm bu öbeği de, geldiği yere bozma be çocuk.



Ordusal uzayda gezegenler yanlış, ters bir sırayla dizildiler herhalde ya da benzer bir katastrofi işte ve bir şekilde yatağımdayım saat daha kalkalı beri yalnız sekiz kere dönmüşken, uzakta birtakım binalar var uzun onlara bakıyorum, tertiplerin en tembelinin her akşam iç geçirerek dikizlediği ve, Düşünsene abi şu an orada millet
atıyor
atıyor
atıyor
bizse buradayız, diye peygamber ocağına diş bilediği binalara bakıyorum uzak ve uzun. Uzak, ve uzun.

belki bunların gerisi de var ama size ait değiller ki bana zaten hiç

7 Eylül

Sonra geçip gitmişti. Ler. Kor geçti önce, sonra Tüm geçti. Sonra Tuğ geçti.
Üç yıldız,
İki yıldız,
ve bir.

Durdum ve kendi gölgemde serinledim. Gölgemin göbeğine basmaya çalışarak sağa yürüdüm ve vazgeçerek sola yürüdüm gölgemi kandırmaya çalışarak ama kanmadı ve bir saat oldu böylece ve üç saat oldu sonra ve saymaktan vazgeçtim artık yorularak.

Bir başçavuş, ve bir üsteğmen sonra. Korktular yüzbaşıdan ve "git" diyemediler ve ben, mecbur, durdum orada.
Bir saat,
ve üç saat,
ve sonra biraz daha.

Ağaçların gölgesi ve binanın gölgesi bir oldular sonra ve yuttular benimkini.

Tamer geçti. "Adam lâzım". Onunla gittim.
Birkaç sandalye ve iki masa,
oradan şuraya,
ve tüm gölgeler yutuldu bir diğeri tarafından ve bitti, nihayet:
Beşinci gün.

Gölgeler tekrar var olabilmek için birkaç saatliğine güçlerini toparlarken köşelerde ben oturdum yatağın üzerinde
ve seni düşündüm biraz
ve sonra birkaç kişiyi daha—ama onları daha az.
Uzanarak ve yine doğrularak, gölgeler geri geldiğinde altındaki uçlarından çekip dümdüz yapabilmek için çarşafı kırıştırarak.
Sonra ışıklar gitti: Saat on.



Okuma ışığı fazla kuvvetli. Tuvalet kağıdı ile sardım kafasını ve rengi artık sarı. Güzel.
—Adam tam bir kitap azmanı!
Siz beni acemilikte görecektiniz!
—Tevazu da yerinde!
Yahu, öyle demeyin.

4 Şubat 2012

yüz dört

Mezartaşlarında bir gariplik var.

Şöyle:
—Burada yatan, bu Hamdiye kim? Taşta Mahmut'un zevcesi yazıyor, ama Mahmut benim dedem ve dedemin Hamdiye diye karısı mı vardı? Yoktu. Var mıydı?
—Yok. O, aslında dedenin ağabeyi Mehmet'in karısı. Şurada "Hasan" diye yazan da aslında Mustafa dedenin mezarı.

Peki. Niye? Nüfus cüzdanları "kaymış". Mehmet'in cüzdanında Mahmut yazıyor. Dedeminkinde Mustafa. Gerçek Mustafa'nınkinde Hasan. Hasan'ınkinde Ahmet.
Peki. Niye? Köylük dediğin yerde hikayeler her seferinde farklı anlatılır, ama işin doğrusunu -sanırım- sonunda öğrendim:

6 Ekim 2010

gitmenin imkânları

Doğrusu, mutsuz olmakta da hiç matah bir şey yok. İnsan bu yüzden tutup Fransa'ya bile gidebilir —hoş, bana sorsan yan mahalle de yetebilir:
                                           
kalkıp gitmedikten sonra,                                             
ha yan mahalle,                                             
ha Fransa.

Belki ama, vardır bir fark. Diyelim bir dağ vardı burada, aldın kopyaladın, koydun Fransa'ya, artık onun yankısı buradakiyle bir olur mu? Olmaz. Bir kere dağa tek başına çıkılmaz, tek başına dağa bırakmazlar adamı. Savaş vardır, mümkün, bir tarafındaysan korucu verirler yanına, jandarma verirler, asker verirler, diğer tarafındaysan gerilla verirler. Savaş vardır, mümkün, ve savaşta yalnız başına dağa komazlar adamı. Burası Fransa, medenî ülke, savaş yoktur diyeceksin —o zaman da kılavuz verirler. Bu kılavuzun kılavuzluktan başka meşgalesi yoktur, aynı yere aynı yoldan milyonuncu kez yürüyordur sizinle beraber ve sıkılmıştır, gına gelmiştir, hep aynı taşlar, hep aynı bulutlar, bakışlarında aynı tedirgin ve sahte ilgiyle aynı turistler... işin ucunda para olmasa sıkıntıdan boğabilir bile sizi bu kılavuz ama para var, ucunda, o yüzden "İşte geldik" der, "burası". Fransızca'nın taraklı bir hissi var, siz sevebilirsiniz, ben sevmem, niyesini de anlatamam, daha "taraklı" derken ne demek istediğimi bile anlamıyorsunuz, ve ilâhi, zaten ben size anlatmak zorunda olmamak için gitmedim mi Fransa'ya?