12 Mayıs 2010

the horror! the horror!


Hayır, olanaksız; bir kişinin, ömrünün belirli bir dönemindeki yaşama duygusunu verebilmesi olanaksız -onun gerçeğini, anlamını veren- onun kavranması güç, derin özünü… Olanaksız bu. Düş gördüğümüz gibi yaşıyoruz: yapayalnız. —Marlow s.43


‘Dehşet! Dehşet!’. Dehşet, evet. Ama ne? Ne?

Tam olarak öğrenemiyoruz hiç ne olduğunu, Conrad söylemiyor o kadarını. Bilmiyoruz, ama insanın kalbini eline alıp bakamaması, onu böyle dolaysız bilememesi gibi bir şey bu en fazla; yoksa kalbin attığından, orada olduğundan eminiz ve olur da unutayazarsak, tehlikeye fazla yaklaştığımızda yükselen atışları hatırlatıyor nasılsa varlığını.

Karanlığın Yüreği’ndeki dehşet hissi de böyle. Tamir edilmesi gereken bir gemi, incelip sığlaşan bir su yolu, beş metre ardını göstermeyen sık bir orman… devamlı yenisiyle karşılaşılan engeller var aramızda onunla, ama orada olduğu da muhakkak. Bu katman katman uzaklık yalnızca hikayenin kendisi için değil, bize aktarılışı için de geçerli hem: Kurtz’ün dehşeti, Marlow’un dehşeti değil. Marlow’un dehşeti de bizimki değil. Dehşet, karaya boyalı matruşkalar gibi kendi içinden kendini doğurarak, ama her doğumda biraz daha küçülerek ulaşıyor bize.

Dehşet, ona yakından bakan Kurtz’ü öldürüyor ve Kurtz’e dokunan Marlow’un ruhunu sakatlıyor. Biz dehşeti “sarkık kolları, dışa dönük avuçlarıyla bir tanrı heykelciğine benzeyen” Marlow’dan dinliyoruz sadece. Thames nehrinin ağzında demirli bir gemide, yaşananlardan yıllarca, karanlıktan binlerce kilometre ötede. Yine de hepimizin içinde, tüm bu uzaklığa rağmen dehşeti tanıyan, ona karşılık veren, onu çağıran bir öz var ve göz, hikayenin başında “üstünde yanık yelkenli teknelerin yüzdüğü” aydınlık bir deniz görürken, hikaye biterken artık “çok büyük bir karanlığın yüreğine akan” koyu bir suya bakıyor.

Karanlığın Yüreği ürkütücü bir kitap. Hiç ayak basılmadık bir dünyadan dışarlıklı bilinmeyenler gösterdiği için değil; hep yanıbaşımızda var olmuş bir dünyadan halı altına süpürülmüş bilinenleri imâ ettiği, ve bilhassa, imâ etmekle iktifa ettiği için. Marlow elinde mum, karanlık odaya giriyor ve “tüm evreni saran, suçlayan, ondan nefret eden o geniş, büyük bakışlarıyla” son nefesini veren Kurtz’ü duyuyor. Mum’un, medeniyet ışığının karanlıkta bulup çıkardığı şey yalnızca bir ses: ‘The horror! The horror!’.

▪ ▪ ▪

Chinua Achebe Conrad’a “ırkçı” derken, haklı ama aceleci bir sezginin kurbanı. Daha doğrusunu Edward Said söylüyor:
Conrad, emperyalizme tarih düşmesi ve emperyalizmin koşullara bağımlılığını, yarattığı yanılsamaları ve devboyutlu şiddet ile savurganlığı kayda geçirmesi nedeniyle, sonraki okurlarına Avrupalılara ait düzinelerce sömürgeye bölünmüş bir Afrika’dan daha başka bir Afrika düşleme olanağı bırakmıştır; kendisinin bunun nasıl bir Afrika olabileceği konusunda pek az fikri olsa bile. … Kendi zamanının bir yaratısı olan Conrad, yerlileri köleleştiren emperyalizme sert eleştiriler yöneltmesine karşın, bir sonraki adımı atamamış, yerlilere özgürlük tanıyamamıştır Kültür ve Emperyalizm, s.68-74
Congo’nun derinliklerinden Kurtz’ü bulup getirmeye koyulmadan önce Londra’da, bu işi ona veren Şirket’in merkezinde Marlow’un gördüğü iki kadına ne demeli meselâ? Koca sömürge şirketinin merkezinde oturmuş siyah yünden bir şeyler ören iki yaşlı kadın. “Karanlığın girişini koruyorlardı; siyah bir tabut örtüsü örüyorlardı” diyor Marlow o iki kadın için, Selâm! İhtiyar, siyah yün örücüsü. Ölecek olanlar seni selâmlıyor!. Apaçık bir MoiraeSisters of Fate— mecazı bu: Conrad tüm Afrika’nın kaderinin Londra’da, Belçika’da, Fransa’da beyazlarca örüldüğünün farkındaydı —ve bu işteki kötücüllüğün de: Biraz huzursuzluk duymaya başladım. Bir uğursuzluk vardı havada. Kötü bir düzene ortak olmuştum sanki –ne bileyim- doğru olmayan bir şeye dedirtir miydi yoksa Marlow’a? “Dehşet”te bunun büyük bir payı olduğunu imâ etmiyor mu Conrad, karanlığı gerçekten görmeye cesaret eden, ondan gerçekten korkan yegâne kişilerin Kurtz ve Marlow olduğunu göstererek? Tüm hikayede Şirket’in edimlerinden nefret eden, onları yürütenleri küçümseyen yegâne kişiler yani.

▪ ▪ ▪

Yazmaya üşendiğim bir şeyler burada.

▪ ▪ ▪

Kurtz’ü “kurtarmaya” giderken Marlow komutasındaki gemide olanlara bakalım:
« Sonra hemen bakışlarımı ırmağa çevirmek zorunda kaldım, çünkü önümüze bir ağaç kütüğü çıkmıştı. Sopalar, küçük sopalar uçuşuyordu havada – çoklardı: Burnumun ucundan vızıldayarak geçiyor, altımda güverteye düşüyor, arkamdaki kaptan köşküne çarpıyorlardı. Bu arada ırmak, kıyı, orman çok sessizdi, çıt çıkmıyordu. Kütüğün yanından güçlükle geçtik. Oktu bunlar! Ok atıyorlardı bize! … Sonra birden, gözlerimden bir perde kalkmış gibi, o karmış karanlığın derinliklerinde çıplak göğüsler, kollar, bacaklar, parlayan gözler gördüm; çalılıklar kımıldayan, parıldayan, bakır rengi insanlarla kaynaşıyordu. » s.68
Sonra bir takım çatışmalar. Gemide hacılar var. Kâbe’leri neresi? Hacı olmak için ne yapmaları gerekiyor? «Kızıl saçlı hacı kendinden geçiyordu. "Ya! Çalılarda iyi biçtik ama adamları. Ha? Ne dersiniz? Ya!" Keyiften oynayacaktı neredeyse, canına yandığımın kana susamış namussuzu.» s.78. Kurtz “kurtarılıp” gemiye alındıktan sonra bu çıplak göğüsler ve kollar ve parlayan gözler, bu bakır rengi insanlar su yolunun kenarlarını dolduruyor ve yalnızca, bakıyorlar. Kaptan Marlow "güvertedeki hacıların büyük bir eğlenceye hazırlanıyormuş gibi tüfeklerini çıkardıklarını gördüğü için” düdüğün ipini çekiyor. «Düdüğün birdenbire ötmesiyle, kımıltısız duran o yoğun gövde yığınında bir dehşet kıpırtısı görüldü. “Yapmayın! Korkup kaçacaklar!” diye üzüntüyle bağırdı güverteden biri. Bir daha, bir daha, durmadan çektim ipi… Sonra güvertenin üstündeki o salak kalabalık eğlencesine başladı, dumandan bir şey göremez oldum» s.101.

Hacıların tüfekleri yerlileri parçalıyor. Onlardan biri haline gelmiş olan adamı götürenlere bakan yerlileri parçalıyor. Kurtz’ün yerlilerini. Korkmamız gereken dehşet bu belki: Kurtz’ün, bizden birinin, hem de “zekâ ve ahlâken en ilerilerimizden birinin, evrensel bir dahinin” tüm iyi niyet ve yüce emellerine karşın kolayca vahşîlik’e kayabilmesi, medeniyet’in bu denli kırılgan olması. Ama havada uçuşan tahta sopaların, tüfek mermilerinden daha vahşice olduğunu mu söyleyeceğiz? Öyleyse, belki Kurtz’ün değil, ama Batılı —yoksa Kuzeyli mi demeli?— okuyucu olarak bizim asıl dehşetimiz bu mu: bizden birinin, hem de en ilerilerimizden birinin, “öteki”lerle bir olması, yabancı topraklardaki hükümranlığını atının üstünden yerdeki zenciyi kırbaçlayarak değil oraya kök salarak, o kökten beslenmeye başlayarak kurması? Vahşîliğin çelik giydirilmemiş, çıplak haliyle —kişinin kendisiyle yüz yüze kalması?

▪ ▪ ▪


Hep okumak isteyip bir türlü elimin varmadığı yazarlardan biriydi Conrad ve Karanlığın Yüreği, okuduğum en iyi kitaplardan biriydi.

6 yorum:

  1. "narcissus'un zencisi" mi var şimdi sırada? onu da çok seveceksin bence.

    "batılı gözler altında" kitabında sen de dostoyevski'yı hatırlayıp duracak mısın, merak ediyorum. bu kitabı denizde geçmez. ve "casus" kitabı da denizde geçmez. bunları da çok severim.

    conrad'la tanışmak, neredeyse dostoyevski ile tanışmaya yakın bir değişim yaratır insanda, bana kalırsa. sende artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak faruk ahmet.

    çok hoş bir yazıydı. teşekkürler.

    sevgiler.

    YanıtlaSil
  2. "Gizli Ajan"ı merak ediyorum, E. Said çok bahsettiği için; "Casus" dediğiniz o mu acaba? Bakayım. Hem daha Salinger'ler var...

    Bu yaştan sonra değişilir mi acaba o kadar? :)

    YanıtlaSil
  3. evet evet, casus'tan kastım gizli ajan. e. said nasıl bahsetmiş acaba çok merak ettim. asma sen okuyunca burada anlatırsın nasıl olsa.

    conrad'tan sonra salinger okumak, salinger'a haksızlık olur şimdi. araya başka bir kitap sıkıştırmalısın sanki. çizgi roman okuyor musun, faruk ahmet? bence conrad'tan sonra, corto maltese okumalısın. hugo pratt'ın. şimdi çok iyi gider. "corto, gt gidebildiğin kadar" albümü. corto inanılmaz hoş bir karakterdir ve conrad'ın denizlerinde dolaşır o da. thomas moore'un ütopya'sını okur. temiz biri değildir, bir sürü kirli işe de bulaşır. rasputin'le arkadaşlığı hoştur. albümlerinde başka bir sürü karaktere ve tarihsel olaya da şahit olacaksın. anlatamadım tam onu. şunu diyeyim: senin için corto okumanın şimdi tam zamanı.

    YanıtlaSil
  4. beğendiğin bir şey bulmuşken; hemen edinip benim de okumam gerek :)

    YanıtlaSil
  5. Merhaba,

    Şimdi biraz demlensin, bir iki sene sonra tekrar oku Karanlığın Yüreğini. Sonra tekrar. Sonra tekrar. Her defasında yani her doğumda biraz daha derinleşecek sana yansıyan karanlığı. Said ne çok önemsiyor Conrad'ı değil mi? Biliyorsundur, doktora tezi de onun üzerine zaten.

    Karanlığın Yüreğini ilk okuduğumda on sekiz yaşındaydım. O zaman kafamdaki en büyük problem, bir türlü anlayamadığım, Kurtz'un neden horror! horror! dediğiydi. Dehşet, ama neyin dehşeti?

    Bu romanı çeşitli şekillerde tefsir edenler var biliyorsun, oryantalist okumalar, psikanaliz okumalar, feminist okumalar... Ursula K. Le Guin bir yerde Conrad'tan alıntı yaparken Conrad'ın ifadeleriyle onun tanrıyla güreşir gibi yazdığını söylüyor. Bütün gece tanrıyla güreşen ve şafak çökerken tanrıyı bırakması karşılığı ödülünü alan Yakup gibi. Tanrıyı mağlup eden insan ne yapar? İçindeki karanlık uçurumla yüzleşmekten onu alıkoyacak ne kalır elinde? Kurtz’un düştüğü dehşet, en sonunda Tanrı olmuş ve aynaya, kendine, nehre baktığında kendinin tanrı olduğunu görmüş insanın varacağı nihai nokta mı?

    Karanlığı Yüreği'nde beni en rahatsız eden şeylerden biri doğanın; ormanın, göğün, güneşin, nehrin, yerlilerin anlatılışıydı. Kendisinden ürkülen, korkulan, tiksinilen, çok da bilinmeyen ama muhakkak alt edilmesi gereken düşmandan bahsediyor gibi... Sadece elle tutulur, gözle görülür, karşıda ve orada olan doğaya değil; içteki, derinlikteki, dışarıdan bakıldığında karanlıktaki doğaya karşı da böyle bir tutum yok mu romanda? Kurtz'u böylesine büyüleyici ve dehşetli kılan da, Kurtz'u böylesine büyüleyen ve dehşete düşüren de, zapt ü rapt altına alınmaya çalışılan doğayla ilişkisi değil mi? Sırlarını ancak işkence altında söyleyen doğaya, doğasına hükmetmek için kurallar, kanunlar koyan insan, sonrasında kendi çizdiği sınırların ötesine geçerse, sınırları geçtiği noktada kendini durduracak hiçbir şey, hiç kimse yoksa, kendisi bile –bile değil, kendisi özellikle yoksa-… Aklıma, yine Ursula K. Le Guin’in bir hikayesindeki ülkenin dört bir yanına heykellerini diken, sonra da geceleri bu heykellerin üzerine dışkısını yapıp karşılarına geçip kendisiyle alay eden hükümdarın hikayesi geliyor. O hükümdar mı daha deli, Kurtz mü?


    Notlarımı bulamadım. Karışık oldu, uzun oldu, manasız, düzensiz oldu, oldu da oldu. Neyse. Öyle işte.

    YanıtlaSil