15 Mayıs 2010

uzun sürecek bir günün sabahı

Etrafta insanlar, her yerde insanlar.

Çantamı yere bıraktım, bir çimen parçasına çöktüm, bekledim. Havada korkunç sıcaklıkta görünmez bir kütle, asılı, duruyor, sanki hareket edince o da beni takip ediyordu. Çevredeki ağaçların, bitkilerin sallanışından çıkarıyordum bunu: demek bir rüzgâr dolaşıyordu oralarda; ama burada korkunç sıcaklıkta görünmez bir kütle, asılı, duruyor, rüzgârı yanaştırmıyor. İklime göre giyinmeyi de oldum olası beceremedim. Çanta tıkabasa şortla doluyken ben kahverengi bir pantolonlayım. Yanıyorum. Alnımdan süzülen ter kirpiklerimden geçiyor, tuzu gözümü yakıyor. Yaksın. Kefaretimin küçük bir parçası olsun bu da. Silmeyeceğim.

Çadırların çevresinde insanlar var. Çadırların içinde de. Denizin içinde. Ağaçların üstünde. Ağaçların gölgesinde. İnsanlar. Varlar. İşte ben de vardım, oradaydım. Zaten başka ne bekliyordum? Burayı, hem de bu mevsimde bomboş bulmayı mı? İşin aslı, düşünmeden gelmiştim ben buraya. Dalgındım, ayaklarıma vermiştim tüm kontrolü, beni buraya sürüklemişlerdi. Öyle olsun. İnsanlar! Kefaretimin irice bir parçası olsun bu da. Gitmeyeceğim.

Çantamı yere bıraktım, bir çimen parçasına çöktüm, bekledim. Havada korkunç sıcaklıkta görünmez bir kütle, asılı, hâlâ beni takip ediyordu. İnsanlar çadırlardan çıkıp ağaçlara tırmandılar. Denizlerden fırlayıp çadırlara koştular. Gölgedekiler uyanıp aydınlığa çıktı. Güneştekiler ısınıp gölgelere sığındı. Belli bir şey düşünmeden, ama hep düşünerek bu sıkıntılı karnavalı seyrettim. Neredeyse gülümseyecektim.

Gelmiştim.