17 Nisan 2009

düğün ve cenaze

Aralık ‘08


Hava çok soğuk. Yazları bazen aylarca damla düşmez buralara; ama şimdi kış ve ne azalan, ne azan, tekdüze, biteviye bir çise var. Evde sürekli yanan tek sobanın olduğu odada, pencereden köye doğru bakıyorum. Bu odadan dışarı çıktın mı donmamak için on saniyen var: çıkıyor, aceleyle alacağını alıp yapacağını yapıyor, sonra vargücünle buraya geri koşuyorsun. Elinde bir uğraş da olmayınca bu bile oyun geliyor insana; yağmura söylenerek dolaşan ev ahâlisinin aksine hiçbir şey demiyor, yalnız pencereden köye doğru bakıyorum.

Doğrusu ben şimdi bu iklimden çok derin mânâlar çıkarabilir, edebiyat cinim o gün yanımdaysa, kimbilir, bunları çok güzel cümlelere bile dökebilirim; ama ne faydası olacak bunun? Kimseye okutmayacak olsan, kendine yazıyor bile olsan yine kendini karşına alıyor, ona anlatıyorsun demektir; halbuki şimdi yağmura bakar ve kendisinden yeşerdiğimiz toprağa geri dönüşümüzü düşünürken Faruk Ahmet'le filan uğraşacak halim hiç yok. O'nun tek derdi insanlara kendini sevdirmek ve onlara bir şey söylemek ve onları dinlemek. Tam bir ahmak. Bense yalnız olmak, ve köyü seyretmek istiyorum sadece; insanların da, Faruk Ahmet'in de canı cehenneme.



Toprağı düşünmem boşa değil: amcamı gömdük bugün. Cenaze için alelacele uçakla vardım Samsun’a. Hep yaz kuraklarında geldiğimiz için sapsarı görmeye alışık olduğum tepelerin yaşamla parıldayan yeşil hallerine şaşkınlık ve sevinçle bakıyorum. Yeni yapılan baraj su da tutmuş, balkondan baktığınızda vadinin gittikçe siyahlaşan koyu yeşili yerine, masmavi bir gölcük görüyorsunuz artık. Bu manzara da en güzel merhum amcamın evinden seyrediliyor. Düzenli, sistemli, kendi alanına kapanan ve orayı koruyan, dik yürüyen, “Alamanya görmüş” bir adamdı amcam. Köyde fırın yakmayıp bakkaldan “şehir ekmeği” alan bir o vardı. Bu hallerinden dolayı, biraz da alaycı bir ifadeyle, “yarım ağa” lâkâbını vermişler ona. Anneme bakılırsa gururumu, kibrimi, inatçılık ve huysuzluğumu da ben, ondan almışım; yuvarlak uçlu burnumla beraber. Olabilir, ama ne demiş güzide bir şairimiz:

Life planned out before my birth, nothing could I say
Had no chance to see myself, molded day by day

Amcam son nefesine yaklaşırken birdenbire votka isteyivermiş. Yanlış duyduk herhalde, demişler, ama hayır, adam ısrarla votka istiyor; tüm hayatı boyunca bildiğimiz ortalama Anadolu dindarlığı içinde yaşayıp gitmiş bu muhafazakâr insanın son nefesinde votka diye tutturmasından ağızları beş karış açılan akrabalarına bakmış sonra amcam ve yahu, korkmayın, koklayacağım sadece demiş. Su içen kuzenimin elinden şişeyi almak için uzanan halamı da azarlamış yatağında, çocuğun elinden rakısını almayın diyerek. Huysuz muysuz; bu adamı şimdi ben, nasıl sevmeyeyim?

Şimdi hava çok soğuk, ve yağmurun durmaya niyeti yok gibi; ama bir hafta sonra aynı pencereden dışarı bakacak, her yıl daha bir cafcaflı hale gelen köy düğünlerinin birinden yükselen havai fişeklerin sadece yıldızların ışığıyla aydınlanan gökyüzünde patlamasını izleyeceğim. Amcamın ölüm döşeğinde kafayı içkiyle bozmuş olmasından çok daha garip geliyor bana bu ifrat; ama köylerde dinlediğiniz garip hikayelerle çabucak silinen bir önyargıdan ibaret bu his sanırım. Sanki buranın insansız geniş alanları, hem göğün hem yerin boşluğu, şehirde birbirlerinin üstüne yığılarak kendilerini paradoksal bir atâlete mahkum eden insanların üretebileceğinden çok daha fazla yaratıcılığa ve ihtimale yer açıyor, et yığınlarından uzakta, zihninizle başbaşa kalabilmenize imkân tanıyor. İbrahim de Muhammed de boşuna kaçmadı yüksek mağaralara. Belki tamamen yanıldılar, belki yalnızca bir ilüzyondu gördükleri; ama kaçmalarındaki haklılığa kim ne diyebilir?

Pencereden yağmuru seyretmeyi bırakıp odaya dönüyorum. Kurban bayramındayız, herkeste onun telaşı var. İbrahim öleli binlerce yıl oldu ve bebekliğimden beri süregelen sebze yiyememe hastalığım olmasa vejetarjen olurdum belki. Tüm bu düşündüklerimin bir yerlerinde fena halde yanıldığımı hissediyor, ne var ki bulup da çıkaramıyorum. Ama bu da ne benim için, ne insanlık için yeni.

5 yorum:

  1. Belki de İbrahim'in ve Muhammed'in yaşadığı şehirler günümüzün köylerine günümüzün şehirlerinden daha çok benziyorlardı, ve o köy-şehirlerden dağlara, mağaralara kaçıyorlardı. Hele ki köy-şehirler yeşil ağırlıklı değil de gri ve sarı ağırlıklıysa aman ki aman, düşüncesinden bile kaçası geliyor insanın. Hem şehirdeyken kaçmak daha kolay. Köyde mağara dönüşünde "İbo yine dağa mı çıktın ehe ehe" alaylarına maruz kalınan bir kapana kısılmak daha olasıyken şehir insanların yüzlerini daha çabuk unutuyor. Aynı şehrin bir yerinde hiç olup öbür yerinde başka yaratıcılıklarla ortaya çıkılabiliyor, ve oradaki et yığınları da zamanla insana dönüşebiliyor.
    Başın sağ olsun.

    YanıtlaSil
  2. isler sarpa sarmasaydi, baska bir yöne kacacak, köye gidip orada ahsap bir evde yasamaya inat edecektim....tüm bu düsüncelerde fena halde bir yanilgi oldugunu hissediyor ve yanilgimin ne oldugunu anlamiyordum ben de senin gibi....ama öyle istiyordum.....olmadi....kacis baska türlü ve baska yönelere gerceklesti.....sonra iki yil önce, artik dönmemin olanakli olmadigi topraklarda, her zaman orda olacagina kendimi inandirdigim dedemi kaybedince, ahmakligimi gördüm apacik olarak.....yalniz olmayi, ve köyün ardindaki cocuklugumun ulasilmaz tepesinde bagdas kurup sadece köyü seyretmeyi istedim....
    amcani sevmemek nasil mümkün olsun ki, sahiden....
    basin sagolsun.

    YanıtlaSil
  3. Biliyorum insanlarin cani cehenneme ama tek diyebildigim, Bra Faruk, bu ne leziz yaziydi. Bir de farkettim ki, bir Hira'n olmadi mi yasadigin sehirde, o sehir cekilmiyor zaten.

    YanıtlaSil
  4. Canim bi sigara cekti simdi... 3 yil oldu yahu. 3 yil sigarasiz... Ben de olum yatagimda bir sigara isteyecegim. Hem de koklamak icin degil. Zehir zikkimi kokune kadar icmek icin....

    YanıtlaSil
  5. Faruk Ahmet, öyle romantizm filan değil, laf olsun diye hiç değil; ben tam da burda her gün çoğalarak, deliler gibi, köyde yaşama hayalleri kurarken sen böyle bir yazı yaz! Hem de bu bir Karadeniz Köyü olsun. Üstelik gittikçe siyahlaşan koyu yeşillik içinde, önünde masmavi bir gölcükle, bir köy evi... Okurken hem çok hoşuma gitti, hem de "insaf ya!" dedim...

    Amcanı ben de çok sevdim. Başın sağolsun...

    YanıtlaSil