6 Ekim 2007

iran

Lisedeki bir tarih dersini hatırlıyorum. Sıkı Kemalist hocamız bize şöyle bir soru sormuştu: "İhtilâl ile Devrim arasındaki fark nedir?". Ben kalkıp "Bir fark yok, ikisi de aynı şey" demiştim; yanlışmış halbuki. Dediğine göre ikisi de bir ülkenin rejimini değiştirmeye yönelik hareketler olsa da çok büyük bir fark vardı aralarında: İhtilâl o ülkeyi ileri götürürdü, Devrim ise irticâydı, yani istikâmeti ters çevirirdi. O zamanlar şimdikinden bile cahil olduğumdan kafam karışmış, "Ama kime, neye göre geri? Buna nasıl karar verilir?" diye sormuştum sıra arkadaşım Ş.'ye. Hocamız bu iddiasını Rus Bolşevik Devrimini ve İran İslâm Devrimini örnek göstererek destekliyordu; bu iki bahtsız ülke, herhalde Tanrı onları Yüce Önder Atatürk gibi biriyle ödüllendirmemiş bulunduğundan, Türk İhtilâli gibi ilerici bir hareket yerine ancak böyle irticaî hareketlere sahip olabilmişlerdi.



Şimdi oturmuş, GTO'da yapacağımız İran Devrimi sunumu için hazırlık olsun diye yıllardır kitaplığımdan bana bakan ama bir türlü okuyamadığım Şahların Şahı kitabını okurken bu anıyı düşünüyorum. Pek çok diğer şey gibi İran da, onun Devrim'i de, bizler için tarih olarak çok yakın, mekân olarak çok yakın, ama zihin olarak çok uzak, muğlak ve kötücül kılındı her zaman. "Zihnî uzaklık" deyince bir şarkıyı anımsıyorum hemen:


orada uzanır gördük onları,
kolları birbirine sarılı,
korkularının ve
zihinlerimiz arasındaki uzaklığın
arasından bakıyorlardı.

Bu şarkı Ebu Garib hakkında, ama zihinler arası uzaklık baki kaldıkça sözlerin nesnesini istediğiniz kişilere ve ülkelere kaydırabilirsiniz. Hocamın İran'ı ve onu simgeleyen her şeyi müstehzî bir kolaycılıkla yaftalayıvermesi de aslen bu açıdan korkutucudur; istedikten sonra her türlü edime ve fikre mantıksal bir kılıf uydurabiliriz, ama asıl sorunun bu olmadığını anladığımızda -hiç anlarsak eğer- genelde çok geçtir. Kubrick şöyle diyor bir röportajında:

I think we tend to be a bit hypocritical about ourselves. We find it very easy not to see our own faults, and I don't just mean minor faults. I suspect there have been very few people who have done serious wrong who have not rationalized away what they've done, shifting the blame to those they have injured. We are capable of the greatest good and the greatest evil, and the problem is that we often can't distinguish between them when it suits our purpose.

Kitaba gelince... Ryszard Kapuscinski'yi tanımıyordum. Dili, anlatışı ve her satıra sinmiş hüznünün imâ ettiği diğerkâmlığı beni etkileyince biraz araştırma yaptım. Kapuscinski tamı tamına 27 (yirmi yedi!) devrim ve darbeye tanık olmuş ve bu tanıklıklarını aktardığı yazılarıyla öyle ünlenmiş ki ölümünü takiben "Dünyanın tercümanı", "Çağımızın Herodot'u" ya da "Dünyanın en büyük muhabiri" gibi sıfatlarla anılmış. Kitapta asıl olarak Devrim öncesi ve sonrasında çekilmiş bazı fotoğraflardan yola çıkarak, yarı-kurmaca bir dille, ansiklopedik metinlerde kolayca kaybolan ama olayların vuku bulmasında tek tek kişi ve olgulardan belki daha derin etkileri bulunan ruhî iklimi anlatıyor. 2500 yıldır süregiden kesintisiz bir monarşiden malum molla devrimine giden yolda olanları okudukça insanın Fars ülkesi halkına acımaması, sempati duymaması ve nihayet niye böyle olduğunu daha iyi anlamaması imkansız. Uzunca bir alıntı:

Son iki hanedan tahta çıkmak, tahtı elde etmek uğruna pek çok masum insanın kanını akıttı. Kerman şehrinin istisnasız- tüm halkının öldürülmesini, gözlerinin oyulmasını emreden Ağa Muhammed Han'ı düşünün. Pretorlar gayretle işe girişmişlerdi. Şehrin sakinlerini sıraya dizmiş, büyüklerin başlarını kesmiş ve çocukların gözlerini oymuşlardı. Sonunda pretorlar düzenli aralıklarla mola vermelerine rağmen, kılıçlarını ya da bıçaklarını kullanamayacak kadar yorgun düşmüşlerdi. Halkın geri kalan kısmı hayatlarının ve gözlerinin kurtulmasını yalnızca bu yorgunluğa borçludurlar. Gözleri oyulmuş çocuklar daha sonra geçit töreniyle şehri terk ettiler. Bazıları kırlarda dolaşırken yollarını kaybettiler, çöle dalıp susuzluktan öldüler. Bazıları ise, insan bulunan bölgelere ulaşıp Kermanlılar'ın katli hakkında şarkılar söyleyerek yiyecek dilenmeye başladılar. O günlerde haberlerin yayılması zaman aldığından, onlarla karşılaşan halk çınlayan kılıçlar ve kesilip düşen başlar üstüne ağıtlar söyleyen çıplak ayaklı, kör edilmiş çocukların korosunu duyunca şok geçirdiler. Böyle gaddarca bir cezayı hakketmek için Kerman'ın ne suç işlediğini sordular. Çocuklar bu soruya cevap olarak işlenen suç hakkında ağıtlarında şunları söylediler: Babalarımız sabık Şah'ı barındırmış olduğundan yeni Şah onları affedemezdi. Gözleri oyulmuş çocukların geçit töreninin manzarası büyük merhamet uyandırır, halk onlara yiyecek verir; ancak serserilere dikkatle, hatta gizlice yemek verilmelidir, çünkü Şah tarafından cezalandırılıp gözleri oyulmuş küçük çocuklar son derece aktif türden bir muhalefet oluşturur ve muhalefeti destekleyen herkes de en yüksek cezaya çarptırılır. Görebilen çocuklar körlere kılavuzluk etmek için bu geçit törenine katılırlar. Sonra birlikte dolaşır, yiyecek arar ve soğuktan korunmaya çalışırlar, ayrıca Kerman'ın yok edilmesiyle ilgili rivayeti en uzak köylere kadar taşırlar.

Ve sonra bunu bir kenara bırakıp daha 32 yaşındayken, çocuk dolu bir okul otobüsüne çarpmamak için direksiyonu kıran, arabasının ön camından fırlayan ve boynu kırılarak ölen güzelim Füruğ'u düşünüyorum. Ülkesinin hüznüyle onunki arasında var mıydı bir alâka? Şah döneminde yaşadı ve bir askerdi babası. 17 yaşındayken mi evlendirilmişti? Biricik oğlunu bir daha görememe pahasına da olsa boşandı kocasından sonunda ve "Ali'ye Bir Gün Annesi Dedi ki:" şiirinde şunları yazdı:

Bir dünya
göbek atılan, dalkavukluk yapılan
evcilik oynanan, namus davası güdülen
ve sokaklarda avare avare dolaşılan
kara çadırlı birinin arapça okumasından zevk almak
seher vakitlerinin dünyası
Tophâne'de
idam seyretmek
geceyarıları
Ağa Bâlâ Hân'ın hikayesini hatırlayıp ağlamak
ağaların sokaklarda dolaştığı her zaman
ve hanımlarının da peşinden geldiği [...]
bu hastalık, pislik, kurtlarla dolu torbadan
götürüyor, alıp götürüyor
göğün temiz, saf sularına götürüyor
götürüyor Samanyolu'na

Bir de aşağıdaki video var. Zerdüşt'ten Ali'ye, Hayyam'dan Hafız'a ve oradan Ferruhzâd'a, oradan Behrengi'ye, oradan Şeriati'ye ve Behzad'a, İran son bir yıldır beni gittikçe daha da büyüleyen bir şey oldu çıktı. Vaciplikten geçti artık, Isfahan'ı görmek farz oldu.

> Vimeo.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder