Nihayet biraz yağmur.
Ama çok az. Gerçekten çok az—belki ancak 10 dakika.
Yetmez bu 10 dakikalık yağmur, ama Ankara'nın havası böyle sanırım: tereddüt ve isteksiz mecalsiz denemelerle dolu, dalgalı bir hava. İşte belki tam iki haftayı doldurdu, hemen her gün, genelde de akşama doğru
Yağacağım!
gibilerinden bir çalım, bir afra tafra, kimbilir ta nerelerden getirtilen koyu koyu bulutlar... ama her seferinde sonuç: belki ancak 10 dakika.
Ve hep aynı, yine, bu 10 dakikalık yağmur gecelerinin sabahları—iki gram bedensel iş yapsa kendini uzatılmış siestalar ve lüzumundan fazla özenilmiş yemekli sofralar ile ödüllendiren taze şehir göçmeni acemi köylü gibi, Ankara da hemen en güzel mavisini, en pamuk bulutlarını takıp takıştırıyor ertesi günü. Yapsın bir şey demedik, işime bile gelir, ama Allah aşkına, iki hafta onca bizi yorduktan sonra, 10 dakika nedir?
Neyse.
Tiyatro öğretmeni arkadaşa, adı Sefa, bu bulutları gösterdim bir defasında ve, bak, dedim, bulutlar sürülmüş bir tarla gibi, yol yol, sanki peşisıra dizilmiş beyaz midye kabukları gibi—sanki Tanrı uzanmış da, kumda oynayan ve bu kumun parmakları arasında yarattığı karıncalanmaya dikkat kesilen biri gibi, uzanmış da, böyle biri gibi bulutların arasından şöyle hafifçe geçirivermiş gibi, dedim, parmaklarını.
Faruk abi sanatçı ruhlu adamsın valla, dedi Sefa.
Bi siktirgit Sefa, dedim ben de.
Serkan geçiyordu tam o ara: "Nabıyonuz lan?", dedi bize.
Dedim ki:
"Bulutlara bakıyoruz, Tanrı'nın varlığını ispat ettik demin bunlara bakıp; en azından, parmaklarının varlığını!"
Sefa dedi ki, Farukabi, bak işte valla sanat!
Sefa, dedim, canına yandığım, bi siktirgit.